Leman Haber’de yayınlanan röportajın kapağında, Shahzadeh N. İgual

– Sizi Türkiye’de edebiyat çevreleri yazar ve rehber olarak tanıyor. Aynı zamanda konuşmacı olarak düzenlediğiniz ve katıldığınız konferanslar oluyor. Öte yandan sosyologsunuz sanırım. Tanımayanlar için Shahzadeh İgual kimdir?

Şu an Valencia’da bulunsam da aslında Türkiye’de yaşayan İranlı bir yazarım. Diğer yandan Türkçe edebi eserler veren şimdilik tek yabancıyım. Romanlarımı ortaokul sıralarında öğrendiğim bir yabancı dilde yazdığımı unutmadan. Bu yazarlarımızın romanlarının İngilizce ya da Fransızcaya çevrilip, kimilerinin çok satmalarından ya da bazı romancılarımızın eserlerini daha akıcı olduğunu düşündükleri İngilizce kaleme almalarından farklı bir şey çünkü ben romanlarımı Türkçe yazıyorum ve anadili Türkçe olmadığı halde Türkçe roman yazan benden başka romancımız yok şimdilik. 

Sosyoloğum, romanlarımı uzun araştırmalar sonucu yazıyorum. Üç romanım da İran’ı konu alıyor. İlk iki romanım otobiyografik öğeler çevresinde İran Devrimi, öncesi ve sonrasından yaşamlara tanıklık etmelerini öneriyor okuyuculara. Üçüncü romanım ise bir dönem aşkını daha doğrusu iki dönemin aşkının, hem 17. yy. sonundan hem de 21. yy.’dan günümüzden birer aşk öyküsünün kesişmeleri üzerine, toplumdaki karşıtlıkların izini sürüyor.  

İran’ın dünü ve bugünü, kültürü, edebiyatı, sosyolojisi üzerine yüzlerce konferansta dinleyiciyle buluştuğumda İran’da da keyifle yaptığım gibi “İran’ı bir İranlıyla tanımak” ayrıcalığını yaşatıyorum onlara. Sonuçta bir halkın kültürü tanımak için yaşadığı ülkeye yolculuk yapmak ya da hiç olmazsa üzerine okumak, dinlemek kadar faydalı ne var?

– Çok zorlu bir çocukluk yaşamışsınız. Tahran’dan Türkiye’ye geliş. İzmir’de mütevazı bir yaşam… O günlerden aklınızda kalan nedir?  

İran-Irak savaşı dönemi hele de çocuklukları o döneme denk gelenler için zordu tabii. Zihninin, algısının oluşmaya başladığı yıllarda bir çocuğun bakışıyla savaşı anlamlandırmaya çalışmak, ondan korkmak, alışmaya çalışıp onla yaşamaya devam etmek zor.

Türkiye’ye “kaçış” ise bizim ailemiz için pek söz konusu değil. Biz kaçmadık. İran Devrimi’ni izleyen İran-Irak Savaşı bittikten birkaç sene sonra yapılmış bir tercih. Kanada’ya doğru çıkılan bir yolculukta, coğrafi nedenlerle İzmir’de kalmak tercihi… Babam bizi yerleştirdikten kısa süre sonra Tahran’a döndü ve biz önümüzdeki zorluklarla mücadeleden en kısa zamanda galip çıkmak zorundaydık. Dilini hiç bilmediğimiz bir ülkede, kız kardeşlerim ve annemle yepyeni bir hayat kurma çabalarımız en çok aklımda kalan. Dilini öğrenmezsek eğitimimize de devam edemeyecektik, bir romanımda yazdım: “En büyük çocuktum ama ben de çocuktum,” diye. Anadilimi, büyüdüğüm evi, alıştığım eşyaları, oyuncaklarımı, sokağımı, okul ya da oyun arkadaşlarımı, akranım dayımı, kuzenlerimi, teyzelerimi her şeyi, herkesi özledim ama “Artık burada yaşayacağız” dediler, kabullendim. O dönemin psikolojik zorluklarını benden küçük olan kız kardeşim ve tabii ki annemle bölüştük. Kendimi ne İran’a ne Türkiye’ye ait ama her iki ülkeye de bir o kadar ait hissediyorum diyorum sorulduğunda, bir tür vatansızlık hissetmem küçük yaşlarda şekillendi.

– Babanızı daha sonra hiç görememişsiniz. İran Devrimi, sonrası İran-Irak Savaşı… Geriye dönüp baktığınız da çocukken Shahzadeh kimi suçluyordu şimdi kimi suçluyor? Veya herkesi her şeyi af mı ettiniz? 

İran-Irak savaşı, savaşın aldıkları, ayırdıkları, neden olduğu üzüntü de dahil olmak üzere Ortadoğu’nun içine sürüklendiği tüm karışıklara dek müdahil emperyalist güçleri suçladım hep. Milyonlarca çocuğun çocukluklarını çaldılar. Ben belki de şanslılardan biriydim, sevdiklerinin hayatı çalınanlar da oldu, bir milyona yakın insan öldü, akıbeti meçhul çok sayıda insan var, çok şey kaybettiğimiz bir dönemdi. Ortadoğu ülkelerinin ki bunlara Türkiye de dahil sistemlerine, işleyişlerine bazen siyasi olarak, kimi kapalı kapılar ardında imzalanan anlaşmalarla, bazen gayri insani kararlarla, bazen halkları birbirlerine düşürerek, kimi zaman İran-Irak gibi tarih boyunca sorun yaşamamış iki komşuyu savaştırarak çomak sokan ve muhakkak silah satan güçler var, Ortadoğu’nun insanlarının, çocuklarının hayatı da bundan kötü etkileniyor. Tabii ki affetmedim, Ortadoğu’nun bu hale düşmesinin müsebbibi hiçbir politikayı affetmem mümkün değil.

– Bir röportajınızda Atatürk’ten övgüyle bahsetmişsiniz. Bu duygunuzun nedeni nedir? Ayrıca şunu da eklemek istiyorum, İranlıların şimdi ki Türkiye’ye ve Atatürk’e bakışı nasıl?

Atatürk Türkiye’nin başına konan talih kuşuydu demiştim, Türkçeyi iyice öğrendikten sonra anlamaya gayret ederek, sonra da hayran olarak tanıdım. Atatürk sadece Türkiye için değil, dünya için de nadir rastlanan kişiliklerden biri, bir dehaydı. İranlılar genel olarak Türkiye’nin bir dönem geçirdiğine inanıyorlar. Ben de oy kullanan, oy verebilmek için turlarını iptal eden, romanlarını Türkçe yazan bir Türk vatandaşı olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olması için bu sürecin bir an önce sona ermesi gerektiğini düşünüyorum. Atatürk’ün kurduğu Türkiye’yle bugünü kıyasladığımızda elimizde olanları sonsuza dek kaybetmememiz için zamanında harekete geçmemiz gerek.

– Eleştirmenlerden övgüler alan Tahran’ın Kırmızı Sirenleri ve Rolls Royce’u Taramışlar Baba adlı iki kitabınız var. Bu kitapların yazım süreci nasıldı? Biraz otobiyografik ögeler taşıyor mu?

Çok ilgi gördü Tahran’ın Kırmızı Sirenleri ve Rolls Royce’u Taramışlar Baba, tahminimden bile daha çok. Kimi zaman Türkçeye çevrildikleri düşündüler, kitabevlerinde yabancı edebiyat raflarında rastladığım da oldu. Eleştirmenler bazen bana ulaşarak, bazen yazılarında hep övdüler, bunlardan biri Nedim Gürsel. Gürsel yazı tekniğimi çok beğendiğimi, çok sürükleyici ve çabuk okumaya çeken romanlar yazdığımı söyledi hep, hatta Tahran’ın Kırmızı Sirenleri 14 ya da 16 saatte okuyup beni aradığında ağladığını söylemişti. Rolls Royce’u Taramışlar Baba’yı yayınlanmadan önce ilk okuyanlardan biri olarak da bana “Bence senin başyapıtın olabilecek bir roman,” dedi. Otobiyografikler evet çünkü anlatmak istediğim ilk hikayeler kendi hikayelerimdi ama benim basit hayatımı anlatabilmem için değil ülkemin, Ortadoğu’nun tabiri caizse makus öykülerini tüm dünyanın bilmesi gerektiğini düşündüğüm için. İran’da benim çocukluk yıllarımda, İran-Irak savaşı sırasında yaşayan herkesin ortak hikayesini yazmak istedim. Rolls Royce’u Taramışlar Baba, Tahran’ın Kırmızı Sirenleri’nin ana karakterlerini de barındırarak yeni karakterler tanıttığı için, ilk romanın devamı gibi okunuyor ancak savaş yerine İran’da savaş döneminin karışık ortamın vahametini suistimal ederek yapılanan, dünya tarihinde kara bir leke olarak anılacak terör örgütü Halkın Mücahitleri’nin İran içinde neden olduğu kıyameti tek bir gece işledikleri korkunç bir cinayetin ekseninde tarif etmeyi hedefleyen bir politik-gerilim romanı. İzzeddin Çalışlar bana “İran’ı yazan en başarılı Türk romancı olacaksın” dedi ki gurur duyarım. Roman yazım sürecim öyküler, şiirler, tiyatro oyunları da yazdığım, edebiyat dışı eserler de verdiğim uzun bir dönemdeki birikimden beslendiği için yolculuklar, bir gazeteci gibi yaptığım muhaberat ve röportajları da içeren uzun bir araştırma, biriktirme sürecinin ardından bir süre kendimi az-çok izole etmeyi tercih ederek, bence göreceli olarak hızlı tamamlanıyor. Ortalama yılda bir roman vererek, yayınlanma hızımı aşan bir roman yazarı olduğumu söylemem yanıltıcı olmaz. 

– Yazarken nelerden besleniyorsunuz daha çok? Belli bir disiplininiz var mı? Yoksa hemen hemen her yerde her zaman yazabiliyor musunuz? Mesela ‘’kırmızı kalemim olmadan yazamam’’ diyenlerden misiniz? 

Romanlarımda bende zamanında yer etmiş ve yazarken açığa çıkan unsurlar var, ancak yazacağım hikayeler ya da kağıda dökeceğim sözcükler aralarındaki bağı kurmamı bazen gündelik hayattan detayalar, küçücük bir haber, okuduğum ya da gözüme çarpan bir kitap, bir röportaj, bir belgesel, dinlediğim müzik ya da baktığım manzara sağlıyor. Roman yazmak tabii disiplin işidir diye tekrarlayayım Nedim Gürsel’in ifadesiyle. Bazı gün üç, bazı gün beş ya da on sayfa yazabiliyorum başlayınca. Kafelerde yazmayı çok seviyormuşum meğer, olmazsa olmazlarımdan biri oldu, yağmurlu-kasvetli havayı seviyorum, kışın daha rahat yazabiliyorum, kahvesiz asla olmuyor. Beş saat boyunca yazmaya oturmuşsam eğer, evde ya da dışarıda kahve ve klasik müzik olmadan yapamıyorum. Aksiyon içeren bir bölüm üzerine çalışırken örneğin Wagner, daha mülayim belki hüzünlü bir anıyı yazarken mesela Albinoni dinlemek gibi basit olmazsa olmazlarım var. 

– Kitaplarınızın aynı zamanda sinematografik bir yanı da var. İleri de dizi veya film olmasını ister miydiniz?

Hep duyuyorum bunu hatta Rolls Royce’u Taramışlar Baba için beni bulan bir prodüksiyon şirketiyle bir görüşmemiz de oldu fakat hemen ardından kemer sıkma dönemi diyebileceğimiz ve sonrasında pandeminin izlediği bir durgunluk dönemine daldık. Fakat üçüncü romanım Son Fayton’u gene yayınlanmasından önce okumuş bulunan Nedim Gürsel, bir sinema filmine muhakkak uyarlanması gerektiğini düşündüğünü söyledi. Tabii ki anlattıklarımı olabilecek tüm mecralarda olabildiğince geniş bir kitleyle paylaşmaya, mümkün olduğunca insanı düşündürebilmeye çok sıcak bakarım. Oyun yazmak da bana roman yazmak kadar çok keyifli geliyor, pandemi sürecinde de yazdıklarımdan bazıları kendiliğinden oyuna evriliverdiler. 

– Shahzade’nin en çok etkilendiği, vazgeçemediği, beslendiği bir yazar veya yazarlar var mı? 

Yazarken etkilendiğim bir yazar yok galiba ama bu yaşa gelene dek kaleminden, fikirlerinden etkilendiğim çok yazar var. Çehov’dan Şolohov’a, Goethe’de Dante’ye, Marquez’den R. W. Emerson’a, V. Hugo’dan Montaigne’e Moliere ya da Zola’ya, Brecht, G. Elliott, Dickens, Cervantes, Dumas, Jean de la Bruyere, tabii Emily Bronte okumaktan keyif aldıklarım ama fazlası da var: Umberto Eco, Louis Aragon. 

Tabii ki Türk yazarlar da var Turgut Uyar, Oğuz Atay, Aziz Nesin, Adalet Ağaoğlu, Ümit Yaşar Oğuzcan.

İranlı yazarlar tabii ki bende çok iz bıraktılar. 1100 yıl önce yaşayıp Şahname’yi kaleme alan Firdevsi var, Hafız-ı Şirazi, irfanın banisi lakaplı aynı zamanda çok yönlü bir bilim adamı, filozof da olan Attar Neşaburi var, Sadi Şirazi var benim için önemli olan klasik dönemden. Çağdaş İran edebiyatının dünyaca tanınmış isimleri Sadık Hidayet, Samed Behrengi, Füruğ Feruhzad, Simin Behbahani , Simin Danişver var. İranlı çok sayıda şair arasında benim için yeri ayrı olan Şehriyar var.

Herkes bir yana Türkiye’de benin için yeri Nazım Hikmet’ten hemen sonra gelen, benim için çok çok ayrı bir yerdeki dâhi yazar Ferhan Şensoy’dur. Kalemi benzerine az rastlanan bir kalem, kurgu matematiği çok güçlü bir yazardır. Bence matematik bilen yazarlar çok iyi yazarlardır. Ferhan abinin tüm eserlerini de okudum, kendisiyle tanışma şerefine de nail oldum, sohbet etme olanağım çok oldu. Oyunlarından romanlarına tüm eserleri benim için bambaşka bir değer taşıyor.

– Dünyada çok güçlü bir Fars Dili Edebiyatı var. İki tarafa da hâkim biri olarak Türk Edebiyat dünyası ile Fars Edebiyat dünyasının farkları ve benzerlikleri ne? Şu anki durumun kısa bir tahlilini yapar mısınız?

İran edebiyatı dediğimizde çok geniş bir alandan, dünya edebiyatını çok etkileyen bir kaynaktan bahsediyoruz. Hafız-Şirazi Goethe’yi çok etkilemiştir, Doğu Divanı’nı yazan Goethe 60 yaşından sonra Farsça öğrenip, hayranı olduğu Hafız’ın divanını Farsça okur ve Hafız’ı ruh ikizi olarak gördüğünü söyler. Shakespeare Hayyam’dan çok etkilenmiştir. Firdevsi’nin İran’ın mitolojisini, sosyolojisini, tarihini derleyen kimliğini tanımlayan bir destanlar bütünü olan başyapıtı Şahname’nin bir benzeri daha Homeros’un İlyada ya da Odyssea’sı dışında yoktur. Ve Dante’ye tesir eden mühim İranlı şair ve yazarlarından biridir Firdevsi. Dante’nin İlahi Komedya’sı da buna açık bir örnektir. 1001 Gece Masalları tüm dünya edebiyatına kaynaklık eden bir eserdir. Onun dışında İran bir şiir ülkesidir, şiir okumayı ve yazmayı çok seven, sohbete şiirle başlayıp şiirle devam eden, şiirle merhabalaşıp şiirle vedalaşan bir halktır İran halkı. Sadece aile sohbeti arasında değil, takside ya da markette de duruma uygun bir mısra ya da bir beyit söyleme alışkanlıkları vardır. Nikos Kazancakis İran’a gidip döndükten sonra çok ülke gezdiğini ama İranlılar kadar şair ve yazarlarına sahip çıkan, edebiyatı gündelik hayatlarının bir parçası haline getiren bir başka halk tanımadığını yazar. Şairlerine çok hürmet eden İranlılar için 25 Mayıs’ta Firdevsi’yi Anma ve Şahname Günü, Şehriyar’ın ölüm yıldönümü Şiir ve Edebiyat Günü, Eylül ayının üçüncü haftası Hafız’ın ve Şiirin Haftasıdır. Toprağa verildikleri yerler Milli Miras ilan edilmiştir, kabirlerine ziyarete gidilir, turistik gezilerinin bir parçası olarak bu tarihi yerleri gezen yabancılar içerideki yerli ziyaretçi kalabalığı görünce ayrı, bu şairlerin eserlerinden bestelen müziklerin bu dev bahçelerde yayınlandığını duyduklarında ayrı şaşırırlar. 

Türk edebiyatında elbette ki hayranı ya da takipçisi olduğum, okuduğum, romanlarımda, konferanslarımda ya da turlarda alıntılar yaptığım çok değerli isimler var. Türkiye’de komşusu İran kadar alışkanlık ya da düşkünlük yok şiire ama tabii ki çok iyi şiirler, çok iyi şairler var. Özdemir Asaf, Ahmet Telli, Atilla İlhan, Cahit Sıtkı… Farklı bakış açıları diyelim, Türkler de çok şiir sever, tüm Ortadoğulular gibi ama İranlılar için şiir okumak ya da yazmak bir hayat tarzı, hayat tarzlarının bir parçasıdır. İran’da bir taksi şoförü ya da bir evde çalışan bir yardımcının şiir kitabı olması şaşırtıcı değildir. Profesyonel olarak başka işler yapan birçok insan, yazdığı bir grup şiiri bir araya getirip, gerekirse kendi imkanlarıyla bastırıvermesi olağandır. Örneğin daha kırk yaşına varmadan hayatını kaybeden beyin cerrahı Afşin Yedollahi, son dönemin bence en önemli genç şairiydi. İran’ın en mühim çağdaş müzisyenlerinden Humayun Şeceriyan şiirlerinden bir kısmını İran geleneksel müziğiyle çağdaş müziği harmanlayarak bestelemiş ve müthiş bir albüm çıkarmış, müthiş yankı almıştı. 

– Korona sürecinde yeni bir şeyler üretebildiniz mi? Nasıl geçti ev geçiyor pandemi dönemi size göre? 

Sanat baskıdan, zorluklardan çok beslenir bence… Tarihte de bir çok örneği var, Shakespeare Kral Lear’i, Romeo ve Juliet’i, Macbeth’i kara veba salgınının gölgesinde tamamlamıştı. Dünya çapında kolektif bir psikolojik çöküntü yaşanan buna benzer durumlarda verilen eserler belli bir düzeyi yakalayamayabiliyorlar. Şartlar müsait değil: engeller, fizyolojik ya da psikolojik kısıtlamalar. Bununla birlikte ne müthiş besteler duyduk, yaz başında açılan sergilerde ne müthiş yeni resimler gördük, belki de bazı yazarların bu dönem eserlerinin en iyi eserleri olarak anılacak. Ama hayattan beslenememek, kaynakların bazılarından mahrum kaldığımız, zihnimizin başka şeylerle meşgul olduğu gerçeği de var. Ben de bir süre hiçbir şey üretme isteğim olmadan oturdum. Sonra ise biriken enerji açığa çıktı. Nihayetinde enerji her zaman pozitif olmayabilir, negatif enerjinin de yönlendirdiği üretimler vardır. 

Tabii ki birer Shakespeare değiliz ama araştırmaları yıllara yayılan yeni bir romanı tamamlamak üzereyim hatta tamamlandı diyebilirim. “Adı Mercan”. 2. Dünya Savaşı’nda İran’a sığınan 140 bini aşkın Musevi ve Hristiyan Polonyalı’nın izinde cereyan eden bir yaşam öyküsü. Benim için çok önemli bir belgesel gibi de okunabilecek bir roman. İran’da sadece bu konuyu araştırmak için birçok yolculuk yaptım, çok kişiyle görüştüm, arşivlere girdim, mezarlıklar dolaştım. O dönemi yaşamış ve bugün 100 yaşına merdiven dayamış Polonya kökenli İranlılarla sohbet ettim. Pandemi kısıtlamaları başladığında ben ne mutlu ki istediğim aşamaları kaydetmiştim, Valencia’ya geldiğimizde bir yandan “Adı Mercan” üzerinde çalışırken, diğer yandan “Leyla Çıkmazı” diye bir kısa öykü ve bir avuç şiir kaleme alabildim. “8. Kat” ve “Biz Siz Onlar” adlı iki de tiyatro oyunu yazdım. Yıllar içinde yazdığım birkaç öykü, dört de romanım var ama her biri vakt-i kerahetini bekliyor aslında. Zamanı geldiğinde okuyucuyla buluşmaları daha anlamlı olacak benim için. 

Bir matadorun hayatı üzerine araştırmalar yapıyorum, sıradaki işim bu olacak. Beslenmeyi sürdürmek her zaman söz konusu, negatifle pozitifi dengelemek istediğinizde sonuç alabiliyorsunuz.

Zorunlu olarak kapandığımız bu dönemin ardından belki 2021 belki 2022, pandeminin üretime yönelttiği tüm sanatçıların pırıl pırıl eserlerinin gün yüzüne çıktığı sanat dolu yılların başlangıcı olacak. 

– Tahran’da doğdunuz. İzmir’de büyüdünüz. İstanbul’da yaşadınız. Şimdi de Valencia’da bulunuyorsunuz. Bu bir mecburiyet miydi, yoksa Valencia’da yaşamak bilinçli bir tercih mi?

Evet Tahran’da doğdum, İzmir’de Türkçe öğrenip büyüdüm, hayatımın önemli bir kısmında İstanbul’da yaşadım ve şimdi de Valencia’dayım. Bir hayat üçgeni. İzmir’de yaşamayı öğrenmemiz bir mecburiyetti ve ben hep söylerim “Türkiye’yle ilişkim, görücü usulü evlilik gibi,” önce kabulleniyorsun, sonra alışıyorsun ve en sonunda seviyorsun. İspanya’ya bu kadar uzun kalacağımı düşünerek gelmemiştim, kısa bir yazı kampı olacaktı bu, pandemiyle burada kalmaya karar verdim. Tüm dünya insanlarının 2020 planları değiştiği gibi benimki de değişti ve bundan faydalanmaya karar verdim. 2021’in ilk aylarına dek buradayım; bu bir tercih evet ama süreç planları aştı. Tek hedefim Tahran’da, İstanbul’da ya Valencia’da ya da neredeysem orada üretmeye devam etmek, farklı bakışlar kazanıp, paylaşmak.

– İran’a kültür turları düzenlemek kimin fikriydi?

İran’ı Bir İranlıyla Tanımak adlı bir ürün, özgün bir konsept geliştirdim ve haliyle tek uygulayıcısıyım. Çok uzun zamandır istiyor, üzerinde düşünüyordum. İran’a kültür turu yapılmıyor değildi zaten, ancak kapalı kutu İran hep dışından ya da belki kenardan anlatılıyordu. Avucumun içi gibi bildiğim Havana’yı, Paris’i, Viyana’yı ya da Valencia’yı anlatmaktan başka bir şey benim için doğduğum ülkeyi, İran’ı aşkla, üstelik İstanbullu, İzmirli bir İranlı olarak komşusuna Türkçe anlatmak. 

Edebiyat Turu da özgün bir konsept, benim fikrimdi ve bu gezilere bu adı koymuş olmaktan da çok mutluyum. Nedim Gürsel’le ilkini gerçekleştirdim, Dönüşte Magma dergisi 18 sayfalık özel bir dosya ve kapağını ayırdı 11 günlük yolculuğumuza. Nedim Gürsel bu dosyanın ana metnini yazmanın yanı sıra bir de kitap yazdı yolculuğumuzdan sonra. Sonra Ayşe Kulin’i ve Tuna Kiremitçi’yi misafir ettim. Çok değerli başka yazarlarla da planlanmış gezilerimiz, 2020’nin diğer planları gibi ertelendi. Edebiyat Yolculukları önemli çünkü Türk edebiyatçılarına adı şiir ve edebiyat ülkesi olarak geçen komşuyu, İran’ı gezdirdim bu kıymetli isimlere. Daha sonra benzerlerini edebiyat tutkunu yolcular için de gerçekleştirdim, edebiyat geceleri yaptık nefis kafelerde. Hem Mesnevi’den hem de Şems’ten okudum, hem Hafız hem Yahya Kemal’den okudum, hem Nazım hem Özdemir Asaf, hem de Sadi Şirazi ya da Attar Neşaburi okudum ve çok keyifli, çok doyurucu oldu bu yolculuklar. Bu yolculukları tasarlayıp, ilk gerçekleştirmiş olmak, bu nedenle özel bir yere sahip olduğu hissettirilmek bana gurur veriyor. Kavramın altını da doldurmak gerek tabii, gerekli tüm donanımı edinmek, bilgi birikiminizi her zaman taze, diri ve hazır tutmak zorundasınız. Şahname’yi anlatırken altyapısını, eseri oluşturan dev mitolojiyi, tarihi süzgeçten geçirmeye hazırlıklı, Hayyam ‘dan bir şiir aktarırken matematikçiliği ve İbni Sina ile ilişkisine de hakim olmalısınız. Edebiyat ve tarihi iç içe geçen İran’da karşınıza ne zaman, hangi detayda karşınıza çıkacağı mümkün olmayabilir. Yürürken rastladığınız bir sokak resminin ya da ziyaret ettiğiniz 300 yıllık bir evdeki bezemenin Şahname’deki mitolojik kaynağını, Sasani tarihindeki önemini ya da halk sanatındaki kökenlerini bilmelisiniz. Tarih, edebiyat ve mitoloji üçgeninde çok keyifli yolculuklar yapıyoruz ve iki, üç, dört kez gelen yolcularımız var. “2021’de ilk yolculuğunuz hangi tarihte?” sorularından ne mutlu ki başımı kaldıramıyorum, oturmaktan yoruldu herkes, herkes bu dönemin geçmesini beklerken enerji biriktiriyor. 

2021, 22, 23 sanat açısından olduğu kadar turizm için de iyi yıllar olacak.

– Turlarınıza katılan birçok ünlü sima var. En keyifli yolculuğu kiminle yaptınız? Var mı aklınızda küçük tatlı anılar? 

Güzel soru ama her biriyle bir diğerinden ayıramayacağım kadar keyif aldım. Nedim abiyle dost olduğumuzdan, benim için bir ağabey olduğu, zaten hep görüşme ya da telefonlaşma halinde olduğumuz, üstelik İran’a iki kez birlikte gittiğimiz için çok keyif aldık. İlk yolculuğumuz onun İran’ı ilk ziyaretiydi. İkinci yolculuğumuzda bu keyfi konuklarımızla da paylaştık. Ayşe hanım aynı yayınevinde olduğumuz, bana bir abla yakınlığı gösteren, zarafeti ve letafetiyle beni çok etkileyen bir insan, dostum. Ayşe Kulin’in de İran’a ilk yolculuğu benimle oldu, etkilenmesi üstelik bunu gerek yerinde gerekse dönüşünde her fırsatta açıkça ifade etmesi benim çok değerliydi. Tuna Kiremitçi’yle ise daha uzun yılara dayanan bir arkadaşlığımız var, İran’ı, edebiyatını, müziğini çok seven bir sanatçı dostum. Onunla farklı bir yolculuk yaptık, yine ilk gelişi oldu İran’a. İlber Ortaylı ile yolculuk müthiş bir deneyimdi benim için. İlber hocanın bir İran turunda benim de yanında olmam, adım adım onunla birlikte bildiklerimi, sevdiklerimi paylaşmam çok önemliydi. Tabii ki İlber hocanın ilk İran yolculuğu değildi, Türkiye’de tanındığı kadar İran çalışmalarıyla İran’da da bilinen bir isim. Onunla da çok iyi bir bağımız var, sık görüşüyoruz, geleceğe yönelik planlar yapıyoruz. Her bir dostumun bende bıraktığı farklı izler var, onları doğduğum ülkede misafir edebilmiş olmamı büyük bir şans addediyorum.

– Son olarak geleceği nasıl görüyorsunuz? Nereye gidiyor bu dünya? Shahzadeh İgual neler yapacak?

Taşların yer değiştirme ihtimalinin yüksek olduğu bir dönemden geçiyoruz, değerler yerlerini yeni değerlere bırakıyor. Bağlar belki bu süreçten sonra daha güçlenecek. Bir kısım heyecan, telaş ve evhamın yersiz olduğunun farkına varıp yerlerine yenilerini getireceğiz belki. Zamanın getirdiklerinin mutlaka neden oldukları vardır. Bazen hatta çoğunlukla negatif hadiselerden çıkıyor iyi neticeler. Ben ilk kez tecrübe ettiğimiz pandeminin, insanlığı olgunlaştırdığını düşünüyorum. Eski endişelerimiz yenileriyle yer değiştirecek. Yaralı bir coğrafya olan Ortadoğu için huzur temenni ediyorum ve benim hayatımın da bir bölümünün dünyada huzurun hakim olduğu bir döneme denk gelmesi iyi olurdu.

Yaşadığım sürece hep yazmak istiyorum. Küçüklüğümden beri hep araştırmacı olmuşumdur. Daha çocukken, örneğin Liszt dinleyince üzerine en küçük detaylara dek bilgilenme ihtiyacı içinde oldum. En çok da sanatçıların eserlerinin yanı sıra, o eserleri yaratma süreçleri ilgimi çekti. İlahi Komedya, Hamlet, Madam Bovary, La Traviata, Manon Lescaut, Figaro’nun Düğünü, Jubilate Deo, Adagio ve yüzlercesi hangi süreçlerde ortaya çıktı. Monet’nin benzersiz tarzı mesela. Hangi aşamalardan geçerek buna ulaştı? Eserler kadar o yaratım sürecine nasıl vardıkları ve sürecin kendisi çocukluğumdan beri çok ilgimi çekti. Araştırmaktan, öğrenmekten hiç vazgeçmeyeceğim ve yazmaya, daha çok yazmaya, çok yazmaya devam edeceğim.

https://www.lemanhaber.com/kultur-sanat/tahran-istanbul-valencia-ucgeninde-bir-yazar-shahzadeh-n-igual-h11313.html?fbclid=IwAR1LQIMYF62LTeggFYoHa342QrtX4KXmGp8UA06VXNSCkkgEeNqfiE4nQxE

Categories:

Comments are closed