“Saray Bahçesi’nde gördüğüm çocuğunu emziren kadın heykeli oldu. Başımdan örtüm kayacak olursa halim nice olur korkusuyla gittiğim ülkede o heykel, İran’da sanata duyulan saygının işareti gibiydi..”

Yıllar önce Goethe için bir araştırma yapmam gerekmişti. İnternette bu büyük edebiyatçının altmış yaşından sonra Hafız’dan etkilenip bir Divan yazdığını ve Farsça öğrenme çabasına girdiğini okuyunca şaşırmıştım. Hemen internetten Hafız’ı indirdim ve gözlerimden yaşlarla şiirini okurken Goethe’nin ondan niye bu kadar etkilenmiş olduğunu anladım. Goethe’yi mest eden Hafız’ın ülkesini o gün bu gündür görmek istiyordum.

Nasip 2018 yılının Kasım ayınaymış!

Kısa fakat dopdolu Tahran gezisini, Shahzadeh İgual’ın rehberliğinde yaptığım için ayrıca çok şanslıydım. Shahzadeh İgual kimdir derseniz, Şah Rıza Pehlevi döneminde, henüz çocukken annesi ve kardeşleriyle İzmir’e yerleşmek zorunda kalan ve halen Türk eşiyle birlikte İstanbul’da yaşayan, eserlerini Türkçe yazan İranlı bir gurbet kuşu, Shahzadeh! On iki yaşından itibaren ömrü Türkiye’de geçmiş ama babası ve kalbi İran’da, ana vatanında kalmış!

Sanatçılarla dostluk köprüsü

Türkçe yazdığı iki kitabının ilki olan “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri” adlı romanında çocukken tanıştığı gurbet, sıla hasreti ve babasız büyüdüğü günlerin buruk hikâyesi var.
“Rolls Royce’u Taramışlar Baba” adını taşıyan ikinci kitabında ise şimdiki zamandan geri dönüşlerle, büyük dayısının İran’ı terk etmeden önce Halkın Mücahitleri tarafından vurulduğu geceyi anlatıyor.
Türkiye’de çoğumuzun kulakları, doğduğu topraklardan kâh katliamlardan kaçan, kâh mübadelelerle gurbete savrulan yakınlarımızın öyküleriyle doludur. Darbelerin, siyasi polislerin zulmüne aşinalığımız da cabası…İşte sadece bu nedenle dahi, Shahzadeh’in anlattıkları bize çok yakın geliyor, yüreğimize dokunuyor.

Shahzadeh yazarlığını sürdürürken bir yandan da kapı komşusu iki ülkenin sanatçılarının birbirlerini yeterince tanımadıklarını düşünüp şair arkadaşı Said Fekri ile birlikte, Türk ve İranlı sanatçıları buluşturacak bir dostluk köprüsü kurmaya soyunmuş. Edebiyatçılarla başlamışlar, önümüzdeki günlerde müzisyenlerle, ressamlar ve tiyatrocularla devam edecekler. İşte ben de, uzun nefesli olmasını dilediğim bu köprünün ilk taşlarını döşemek üzere, Shehzadeh ve Said Fekri’nin rehberliğinde Tahran’da beş gün geçirdim.

İran’ın kadın yazarlarından Nahit Tabatabaie’in evine konuk oluyoruz.

Onat Kutlar’a selam…
Önce İran’ın kadın yazarlarından Nahit Tabatabaie’in evine ve önemli şairlerinden Seyyed Ali Salehi’nin Şiir Atölyesi’ne konuk oldum, sonra genç yaşta vefat etmiş İran’ın ünlü film yönetmeni ve yazarı Foruğ Feruhzad’ın mezarını ziyaret edip taşını saygı ve sevgiye okşayarak müşterek dostumuz sevgili Onat Kutlar’a onunla selam yolladım.

Saadabat Sarayı’nın yeşil ve beyaz köşklerine, Gülistan Sarayı’nın aynalı odalarıyla taç giyme salonuna hayran kaldım ama dünya nüfusunun yarısı açlık ve hastalıktan kırılırken bu ihtişamın, sahiplerine hiç iyi gelmediğini düşünmeden edemedim.
Yüz yıldan beri en ufak eşyası dahi değiştirilmeden ilk dekoruyla muhafaza edilen Loghanteh Cafe’de, Türk yazarı olduğumu öğrenince bana bir sürpriz yaptılar. 1934 yılında Şah Rıza Pehlevi’nin Atatürk’ün davetiyle Türkiye’yi ziyareti sırasında, ülkemizde geçirdiği her günün ayrıntılı haberlerini fotoğraflarıyla birlikte yayımlamış gazeteyi arşivden çıkarıp önüme koydular. Farsça bilmediğim için yazılanları okuyamadım ama misafirini özgür ve muzaffer ülkesinde gezdiren Ata’mın fotoğraflarında gözlerindeki gururu gördüm.

Ne duvarlar, ne teller…
Beş gün içinde bir ülkeyi tanımak olası değil fakat havasını sezmek mümkün. İşte o sezgi, çok olumlu oldu bende. Her iki tarafı ulu ağaçlarla dolu, geniş caddeleri ve adım başı yemyeşil parklarıyla ferah ve bakımlı bu şehirde, yolumun üzerinde rast geldiğim kilise ve sinagogların etrafları ne duvarlarla örülüydü, ne tellerle çevriliydi. Kapılarında eli silahlı korumalar da beklemiyordu. Bu rahatlık Tahran halkının, Gazze’de olagelen haksızlıklar ve acı olaylarda İran Musevilerinin hiç bir alakasının olmadığını bilecek olgunlukta ve zekâda olduğuna işaret ediyordu, bence.

Bir başka izlenimim Saray Bahçesi’nde gördüğüm çocuğunu emziren kadın heykeli oldu. Başımdan örtüm kayacak olursa halim nice olur korkusuyla gittiğim ülkede o heykel, İran’da sanata duyulan saygının işareti gibiydi. Ayrıca çinileri muhteşemdi, yemekleri özellikle de pilav çeşitleri nefisti, konukseverliği bizden geri kalmıyordu ve aşina olduğum müziği kulağıma çok hoş geliyordu,
Eve vardığımda bu ülkeye beş günün yetmediğini düşünüyordum ki, Shahzadeh ile Sait Fekri, üç gün sonra, bir iade-i sanat ziyaretiyle, bana İran’ı “Bir Gecede Bin Bir Gece” ile getiriverdiler.

İran’ın ünlü film yönetmeni ve yazarı Foruğ Feruhzad’ın mezarı başında….

Firdevsi’den Hayyam’a…
Dada Salon Art Galeri’de İranlı sanatçılar tarafından sunulan gösteriye bir müzik ve şiir dinletisi demek eksik kalır çünkü sahnenin üzerinde İranlı müzisyen ve besteci Abolfazl Şafie ve grubu HOOM’un yanı sıra, İranlı ressam Alireza Ghoojari de vardı ve gösteri devam ettiği sürece sahneye yerleştirilen kocaman tuvaline boyalarını, müzik ve şiirin ritmiyle kâh dokundurarak kâh çarparak muhteşem bir yapıt yarattı. Benim favorim ise, Shahzadeh’nin, Firdevsi’den başlayıp Hafız’la devam edip Hayyam’la sonlandırdığı, Farsça sunup Türkçe özetlediği şiir şöleniydi.
Beş günlük Tahran ziyaretinden ve İstanbul’daki ‘Bir Gecede Bin Bir Gece’den çıkardığım sonuç şu oldu; ülkelerin siyasetleri ne olursa olsun, halkları birleştiren tertemiz bir su yolu var; adı sanat olan bu nehir coşkuyla akarken biz tüm sanatçılar bu suda birlikte yüzmeliyiz çünkü sanatın tek bir dili var.
Shahzadeh ve Sait’in çabasıyla iki kadim komşunun sanatçılarına aralanan kapılar dilerim ardına kadar açılır ve hiç kapanmaz.

Categories:

Tags:

Comments are closed