İranlı yazar Shahzadeh N. İgual, son romanı Adı Mercan ile okuyucuları karlı Sibirya steplerinden İstanbul’a, oradan da İsfahan ve Tahran’a doğru nefes kesen bir umuda yolculuğa çıkarıyor.
Karanlık bir orman, geceyi yırtan tiz çığlıklar, çapraz ateşin gölgesinde endişeli suretler, iz süren ölüm taburları; bir kıyamet provası.
Valizleriyle yol alıyor insanlar. Ağır ağır geçiyorlar gecenin içinden. Buzlu Sibirya steplerini aşıp İstanbul’a, İsfahan’a, Tahran’a akıyorlar, tıpkı karanlık bir gecede yıldızlar gibi…
Bir adım gerisi ölüm, bir adım sonrası umut.
Türkiye’de yaşayan İranlı sosyolog ve yazar Shahzadeh N. İgual, Helena ve Rahel’in hikayesine konuk ediyor bizi; dekorda olanca şiddetiyle II. Dünya Savaşı.
İgual’ı daha önce; “Tahran’ın Kırmızı Sirenleri”, “Rolls Royce’u Taramışlar Baba” ve “İsfahan’ın Gözyaşları”gibi, tarihsel gerçeklikten beslenen dönem romanlarıyla tanımış ve “Türk edebiyatına Fars dokunuşu” sözleriyle takdim etmiştik.
Bu defa, “Adı Mercan” ile çaldı kapımızı, soluk almadan okuyacağınız bir kurtuluş hikayesi.
Ayrıntılarını ondan dinleyelim…
SİBİRYA’DAN TAHRAN’A…
– Son eseriniz, Adı Mercan’dan bahseder misiniz biraz? Bu defa nelere dokundunuz, nasıl bir yolculuğa çıkarıyorsunuz bizleri?
Adı Mercan adlı son romanım, belki de İran’da geçtiği için neredeyse hiç işlenmemiş, son derece dokunaklı bir 2. Dünya Savaşı hikâyesini; İran Devrimi’nden tam 37 yıl önce, 1942’de Polonya-Sibirya-İran güzergahında yaşanmış destansı bir umuda yolculuk serüvenini konu alıyor. Biz üzerindeki tozu silkelemeden evvel kaybolmaya yüz tutmuş gibiydi.
Rusya’nın Polonya’yı işgalinin ardından Sibirya’ya sürgüne gönderdiği kimi Hristiyan, kimi Yahudi 100 binlerce Polonyalı, oradan apar topar İran’a göç ettiriliyor ve sonrasında gerek doğrudan 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinde, gerekse de dolaylı olarak İran Şahı’nın sürgüne gönderilmesinde önemli rol oynuyorlar. Sürgündeki Polonyalıların İran’da kalmayı tercih eden hatırı sayılır bir kısmı ise İran toplumuna beklenmedik bir uyum sağlayarak günümüze dek geliyor.
Adı Mercan’ın kahramanları Hristiyan Lola ve Helena ile Yahudi Rahel ve Sara. Kahramanlarımızın o dönemde yaşadıklarından başlayarak günümüze gelen çok katmanlı bir hikâye. Romanımız, kadınların savaşla, yeni hayatlarıyla mücadelelerini olduğu kadar, güçlü aşklarını da konu ediniyor.
– İran, tıpkı Türkiye gibi II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı, fakat savaşın etkilerinden uzak kalamadı. Tüm gözlerden uzaklarda, kitabınızdaki gibi derin hikayelere sahne oldu. Peki, Sibirya’da sürgünde tutulan on binlerce Polonyalının yolculukları nasıl İran’da bitti? Sizden dinleyelim.
Hitler’le arasının bozulmasını istemeyen İran Şahı tarafsızlığını ilan ettikten sonra, Hazar Denizi’nde, Anzali açıklarında demirli Rus donanması ülkeyi bombalamış, müttefikler de Pehlevi’yi sürgüne göndererek tahtına 20 yaşındaki toy oğlunu geçirmişlerdi.
Aynı müttefikler, Sibirya’da sürgünde tutulan on binlerce Polonyalıyı, Hazar Denizi’nden gemilerle İran’a getirdiler ve bu göçmenler, çeşitli şehirlerde kurulan kamplara yerleştirildiler.
Böylelikle ortaya büyük bir göç hikayesi çıktı. Ben bu hikâyenin bugüne dek gizli kalan tozlu sayfalarını silkeledim ve satır aralarında dokunaklı yaşanmışlıklarla karşılaştım.
– Yaşam öykünüze baktığımız zaman, göç olgusunun sizin için neden önemli olduğunu anlayabiliyoruz. Siz de çeşitli duraklar arasında geçmiş bir hikâyenin kahramanısınız. Peki göç olgusu, yeni kitabınız açısından ne ifade ediyor ve sınırları aşan bu kitap, nereye doğru yol alıyor?
Göç hikayelerinin kahramanları nereye, ne kadar uzağa ya da yakına giderlerse gitsin hep misafir hissederler. Fakat bir de doğduğu toprakta misafir olanlar var. Adı Mercan, bu iki toplumsal figür arasında bir bağ kuruyor. Aidiyet duygusunu çok keskin tonlarda, “ya hep ya hiç” sarmalında yaşayan göçmenlerin dokunaklı hikayelerini konu alıyor.
Bu sonbahar önce Farsça olarak İran’da, ardından Polonya’da okuyucu ile buluşacak. Yakın tarihte yaşanmış evrensel bir sorunu konu edinen bu romanın gelecek yıl birçok farklı dilde edebiyat severlere ulaştırılmasını ümit ediyorum.
5 BİNİ AŞKIN BELGE TARANDI
– Adı Mercan nasıl bir iklim içinde gelişti? O günlerdeki meşgalelerinizden bahseder misiniz biraz?
Pandemi kapanmalarının başlamasına ramak kala, Adı Mercan için araştırmalarımı bitirip, romanda da kendine yer bulan maceralı bir yolculukla İstanbul’a, oradan da Valencia’ya eve döndüm. İran’da uzun araştırmalarımın olağanüstü hacmi; İstanbul’da buluştuğum roman kahramanlarımdan birinin torunuyla geçirdiğim saatler ve Valencia’da bahar boyu süren pandemiyle birlikte, yazma sürecimi etkileyen pek çok katman oluştu.
Varşova’dan Sibirya’ya, Anzali’den Tahran’a, Galata Kulesi’nden, Rejans’a, Pera Palas’tan Galatasaray Lisesi’ne, Beyoğlu’ndan Valencia’nın Colon’una, koskoca hikâyeyi bir güne sığdırdığım bir sohbette anlatırken, bu katmanların acı-tatlı tüm lezzetlerini buruk hikayemin okuyucusuyla da paylaşmak istedim ve ortaya ara sokaklarında kaybolunmayan yeni bir roman daha çıktı.
– Hikâyenizi gerçek tanıklıklar üzerinden anlatıyorsunuz. O günleri yaşayanlarla görüşmelerinizden söz eder misiniz?
O günlerden geriye kalan bir avuç insanla buluşup konuşmak, onları dinleyebilmek büyük bir şans. Araştırma aşamasında çocuk yaşta Sibirya’dan getirilip gemilerle Hazar üstünden İran’a ulaştırılan, biri de bugün artık Tahran’da huzurevinde yaşayan, nice figürle tanıştım.
Onların yanı sıra, o dönemi yaşamış kimi İranlı esnaf, akademisyen, haham, Yahudi mezarlığı görevlileri ve hatta bugün 90 yaşlarında olan Hristiyan mezarlığında aile mesleğini sürdüren Tahranlı Şii bir mezar bekçisiyle de görüştüm.
Sinema filmleri, belgeseller izledim, kitaplar okudum. Ulaştığım beş bini aşkın belgenin belki ancak yarısı benim hikâyemin çerçevesine faydalıydı, bunların 44’ünü kaynakçamda da yer vererek kullandım.
Comments are closed